MELANKOLİK AŞK ŞAİRİ – ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN

HAYATI

22 Ağustos 1926’da Mersin’in Tarsus ilçesinde doğan şair, 04 Kasım 1984’te İstanbul’da vefat etmiştir.

1946’da Eskişehir Ticaret Lisesi’ni bitirdi. Sonrasında İş Bankası’na bankacı olarak girdi ve farklı şehirlerde çalıştı. Meslekte otuz yılını doldurunca Haziran 1977’de kendi isteğiyle emekli oldu. İstanbul’da kendi ismiyle bir sanat galerisi kurdu. Hayatının son yıllarda “Çarşaf” mizah dergisinde mizah şiirleri yazdı.

ŞAİRLİK SERÜVENİ

1940 yılında, henüz on dört yaşındayken Yedigün dergisine şiir yazarak sanat dünyasına adım atmıştır. Şiirleri dikkat çekince Yücel, İstanbul, Varlık, Çığır, Türke Doğru, Hisar gibi farklı dergilerden de teklifler alıp oralarda da şiirlerini yayımlamaya başlamıştır.

Şiirlerindeki duygusal yoğunluk (ki bu yoğunluğun Faruk Nafız Çamlıbel kaynaklı olduğu söylenir) ve aşk teması gözle görülür biçimde hissedilince zamanla “Aşkın Şairi” lakabı ile anılmaya başlandı. Eserlerinde belirli bir süre sevgiliye duyulan özlem, imkansız aşk gibi konuları işleyen Oğuzcan, bu tarzını oğlunun vefatı üzerine hayatın boşluğu, acı ve ölüm gibi konularla değiştirmiştir.

İlk şiir kitabı “İnsanoğlu” 1947 yılında basıldı. 1975 yılına gelindiğinde ise 50 kitaplık bir eser listesi oluşmuştu Ümit Yaşar Oğuzcan’ın. Bunlardan 33’ü şiir, 13’ü antoloji ve biyografik eserler ve 4’ü ise düz yazı şeklindeydi.

Yazı yazmak dışında müziğe de ilgi duyuyordu. Şiir plakları, şarkı sözleri ve yergiler de denediği türler arasındadır. Ancak tabi ki tanındığı ve üne kavuştuğu eserler şiir ve düz yazı türleridir.

              

BÜYÜK TRAJEDİ YAŞATAN OLAY

Ümit Yaşar Oğuzcan, ailesinin de anlayamadığı bir şekilde intihara meyilli bir hayat yaşadı. Birçok şair ve yazarda gördüğümüz bu olayın kökeninde yatan sebep tam olarak bilinmese de, yazarların eserlerini oluşturma süreçlerinde yaşadıkları duygu yoğunluğu, eserdeki kişi ve olayları içselleştirmelerinin bu duruma sebep olduğu düşünülmektedir.

Oğuzcan’ın yaşadığı bu melankolik hayat kendisi kadar ailesini de derinden etkilemişti. Bundan en çok etkilenenler ise şairin babası ve oğlu olmuştur. Hayatı boyunca 24 kez intihara teşebbüs ettiğinden “melankolik” lakabıyla da anılmıştır.

İntihara teşebbüs etmek, bu düşünce içerisinde olmak virüs gibidir. İnsan vücuduna bir kere nüfuz ettikten sonra kurtulması zor olur. Amacına ulaşana kadar da peşini bırakmaz. Ümit Yaşar Oğuzcan, bu düşünce ile hayatı boyunca yaşadı ve bununla yaşamayı öğrendi ve çevresine de öğretti.

24 kere intihar teşebbüsünde bulunan Oğuzcan, her seferinde hayata tutunmayı başarmıştır. Bu durumunun ev içerisinde sürekli olarak gündeme gelmesi de ev halkını olumsuz etkileyip evin huzurunu bozmuştur. Şairin kendisiyle aynı mesleği yapan babası Lütfi Oğuzcan, başarısız girişimlerden birinin ardından oğluna şu satırları yazar:

“bak dünya ne güzel, bu sitem niye,

ettim ben adımı sana hediye .

mutluyum ey oğul babanım diye,

çarpıtma hicvinle cezaya beni.”

Ailesinin çabalarını ve telkinlerini dikkate almayan yazarın kafasından geçen düşünceleri ve neden bu denli intiharı düşünüp yaşamına son verme isteğini bilmek mümkün olmasa da çevresindeki insanları etkilediği bir gerçek ki Ümit Yaşar Oğuzcan’ın oğlu Vedat Oğuzcan da onlardan biri idi.

Vedat Oğuzcan, babasının 24 kez intihara teşebbüs etmesine misilleme olarak, ilk intihara teşebbüsünde hayatını kaybetmiştir. İntiharın ardından çevresinde toplanan kalabalık, Vedat’ın elinde bir not bulur. Bu notta, bir çocuğun babasına iletebileceği en acı sözler yazmaktadır.

“baba, intihar öyle edilmez, böyle edilir.”

Bu olay sonrasında, Ümit Yaşar Oğuzcan oğlu Vedat’ın intiharının ardından “Galata Kulesi” adlı şiiri kaleme alır.

“6 Haziran 1973, pırıl pırıl bir yaz günüydü,
aydınlıktı, güzeldi dünya,
bir adam düştü o gün galata kulesinden.
kendini bir anda bıraktı boşluğa;
ömrünün baharında, bütün umutlarıyla birlikte paramparça oldu.
bir adam düştü Galata Kulesi’nden;
bu adam benim oğlumdu gencecikti Vedat,
ışıl ışıldı gözleri, içi,
bütün insanlar için sevgiyle doluydu
çıktı apansız o dönülmez yolculuğa
kendini bir anda bıraktı boşluğa,
söndü güneş, karardı yeryüzü bütün zaman durdu.
bir adam düştü Galata Kulesi’nden
bu adam benim oğlumdu; açarken ufkunda güller alevden,
çıktı, her günkü gibi gülerek evden,
kimseye belli etmedi içindeki yangını
yürüdü, kendinden emin sonsuzluğa doğru.
Galata Kulesi’nde bekliyordu ecel,
bir fincan kahve, bir kadeh konyak,
ölüm yolcusunun son arzusuydu bu,
bir adam düştü Galata Kulesi’nden;
bu adam benim oğlumdu.
küçücüktü bir zaman,
kucağıma alır ninniler söylerdim ona,
uyu oğlum, uyu oğlum, ninni.
bir daha uyanmamak üzere uyudu Vedat.
6 Haziran 1973 Galata Kulesi’nden bir adam attı kendini;
bu nankör insanlara bu kalleş dünyaya inat,
şimdi yine bir ninni söylüyorum ona,
uyan oğlum, uyan oğlum, uyan Vedat.”

Yaşamayı sevmeyip ölmek isteyen biriydi ancak hayat ona çok güzel bir ders vermişti. Acıların en büyüğünü yaşayan şair, hayatının son dönemlerinde bu acının etkisini derinden hissetmiştir.

Eserleriyle, kafasındaki düşünceleriyle ve intihara teşebbüsleriyle Türk Edebiyatı’nda bir döneme damgasını vurmuş bir isimdi Ümit Yaşar Oğuzcan. Hayatını bu kadar acı dolu yaşamak kendi tercihi miydi yoksa başka sebepler mi etken oldu bilinmez ancak yazarın hayatından ders alınması gerektiği bir gerçek.

İNCELİKLERİN ŞAİRİ – GÜLTEN AKIN

Türk edebiyatında seçkin bir yere sahip olan, İnceliklerin Şairi olarak adlandırılan bir isimdi Gülten Akın. Hayatı Anadolu’nun çeşitli şehir ve kasabalarında geçen, ailesine bağlı, Türk toplumunun sorunlarına duyarlıydı. Oğlundan dolayı çok acı çekti ve bu acılarını eserlerine de yansıttı. Toplumun gerçeklerine bağlı, eserlerinde Anadolu’yu yansıtan biriydi.

Ancak hayatının son demlerinde rahata kavuşmuş olan şair Gülten Akın ardında bir sürü eser ve derin düşünceler bıraktı.

HAYAT SERÜVENİ

Gülten Akın; 23 Ocak1933 tarihinde Yozgat’ta doğdu. Anadolu’da büyüyen ve yetişen şair, yazım yeteneğini Anadolu topraklarından almıştır.

İlkokulu Yozgat’ta tamamladıktan sonra Ankara’ya göç etti. Ankara, Gülten Akın’a ilham kazandırmanın yanında insan da kazandırmıştır. Bir yazarın tanıdığı insan sayısı ne kadar artarsa etkilendiği ve hikaye yaratabileceği ortam da o kadar artacaktır.

Gülten Akın için; Yozgat’ta doğmakta, Ankara’ya erken yaşta göç etmekte şairlik kariyerini olumlu yönde etkilemiştir. Bu sebeple eserlerinde büyük şehrin insanının yaşantısını da, Anadolu insanının yaşantısını da ele almıştır.

1950’li yıllar Gülten Akın’ın yaşamında köklü değişimler yaşadığı yıllar olarak göze çarpmaktadır. 50’li yılların ilk yarısında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitiren Akın, 50’li yılların ikinci yarısının başında evlenmesiyle hayata farklı bir pencereden bakmaya başlamıştır.

Eşinin işi nedeniyle Anadolu’nun farklı il ve ilçelerinde bulunan Akın, bu yerlerde de farklı farklı meslekler icra etmiştir.

YERLEŞİK DÜZEN

EŞİ VE ÇOCUKLARIYLA

70’ler, Gülten Akın için yerleşik yaşamın başladığı yıllar olarak göze çarpmaktadır. Bu zamanlarda çeşitli devlet kurumlarında ve derneklerde önemli görevlerde bulundu ve halka yardımcı olma amacı güttü. 1978 yılında emekli olduktan sonra büyük sıkıntılar yaşadı.

Banka soygununa katıldığı için tutuklanan oğlunun dosyası Şentepe Devrimci Yol davasıyla birleştirilerek müebbet hapse mahkum edilen sonra cezası Yargıtayca bozulan oğlunun hapishanede yaşadığı günleri şiirlerine yansıttı. 1986 yılında yayınladığı “42 Gün” adlı kitabında Mamak Cezaevi’nde süren açlık grevini anlattı.

04 Kasım 2015’te tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti ve cenazesi 06 Kasım 2015’te Karşıyaka Mezarlığı’na defnedildi.

EDEBİ HAYATI

İlk şiirini genç yaşta, 18 yaşında olduğu 1951 yılında yazdı. Bu şiire “Çin Masalı” adını verdi. Ancak bu şiirinden pek söz edilmedi ve şiir kitaplarına bu şiirini almadı. Kitaplarına aldığı ilk şiirini bir sene sonra, 1952 yılında Hukuk Fakültesi öğrencisiyken Mülkiye dergisinde yayınladı.

Gülten Akın; Cemal Süreya, Sezai Karakoç ve Ece Ayhan ile aynı dönemde Ankara Üniversitesi’nde öğrenci oldu. Üniversite hayatı her genç için önemlidir, insana deneyim katar, çevresini genişletir ve hayata bakışına yön verir. Gülten Akın’ın ilk şiirinin yayınlandığı “Mülkiye” dergisinde, şiiri yayınlandıktan bir yıl sonra Cemal Süreya’nın da ilk şiiri yayınlanmıştır.

Gülten Akın’ın şiirleri daha sonra “Hisar, Varlık, Yeditepe, Türk Dili” gibi sanat dergilerinde yayınlandı. Akın’ın ilk şiirlerinde konular daha çok doğa, özlem, aşk ve ayrılık iken ilerleyen dönemlerde şiirlerinin konusu daha çok toplumsal sorunlar olmuştur. Ülkece zor süreçlerden geçilen 1980 dönemlerinde halkın yaşadıkları şairin hayatına ve eserlerine yansıdı. Çünkü Gülten Akın toplumun içinden geliyordu ve böyle bir şairin toplumsal sorunlardan uzak kalması kaçınılmazdı. Yıllar önce eşiyle gezdiği Anadolu’nun çeşitli köy ve kasabalarında biriktirdiği deneyimlerle zenginleşen ve coşkulu bir insan sevgisiyle harmanlanan eserleri; toplumsal sorunları, yaşam-halk ilişkisini ön plana çıkartmıştır.

Şiirleri pek çok dile çevrildi ve kırktan fazla şiiri bestelendi. Bestelenen şiirlerinden en bilineni, Sezen Aksu’nun 1993 tarihli albümüne adını veren “Deli Kızın Türküsü”‘dür.

2008 yılında Fazıl Hüsnü Dağlarca hayatını kaybettikten sonra Milliyet gazetesinin yaptığı yaşayan en büyük şair araştırmasında en çok oyu almıştır. Şiirinde bir zirve olarak nitelenen “Beni Sorarsan” 2013’te yayınlandı ve bu kitabı ile “Metin Altıok Şiir Ödülü”‘ne layık görüldü.

Gülten Akın; şiir dışındaki edebi türlere fazla ilgi göstermedi ancak yedi adet kısa oyunu bulunmaktadır. Yarattığı tiyatro metinlerinde kadın, evlilik, düzene yönelik eleştiriler, yoksulluk, yalnızlık, yaşlılık ve yabancılaşma gibi farklı konular olmuştur.

82 yıllık yaşamının çoğu zorluklarla geçse de hiçbir zaman çalışmaktan ve üretmekten vazgeçmedi Gülten Akın. Her zaman Türk toplumun anlatmaya çalıştı, eserlerinde Türk insanına yer verdi ve bu sayede unutulmaz eserler ortaya çıkarttı.

GÜLTEN AKIN

TÜRK EDEBİYATININ KÜÇÜK KALPLİ KADINI – NİLGÜN MARMARA

HAYAT YOLCULUĞU

13 Şubat 1958’de, Balkan göçmeni bir ailenin iki kızından biri olarak İstanbul Moda’da doğdu. Babası Bulgaristan’ın Plevne şehrinden, annesi Bulgaristan’ın Vidin şehrinden İstanbul’a göç etmişlerdir. Hayatında Bulgar genlerinin etkisi oldu mu bilinmez ancak ister istemez genetik olarak bir etkisi olmuştur.

Liseyi Kadıköy Maarif Koleji’nde okudu. Üniversite yaşamı ise garip geçti. Kazandığı İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne başladı ancak siyasi sebeplerden ötürü eğitimine burada devam edemeyip yeniden üniversite sınavına girdi ve Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü kazandı.

Boğaziçi Üniversitesi’ni, 1985’te, Sylvia Plath’ın “Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi” başlıklı tezi ile bitirdi.
Hayatı boyunca Plath’ın hayat hikayesinden etkilendiği gibi ölüm tercihi de aynı Amerikalı yazar gibi olmuştur.

Mezun olduktan sonra çeşitli işlerde (Marmaris’te tatil köyünde, farklı şirketlerde sekreterlik, Mısır Konsolosluğunda memurluk … vs.) çalıştı ancak hiçbiri uzun süreli olmadı.

1982 yılında, arkadaş ortamında tanıştığı, endüstri mühendisi Kağan Önal ile evlendi. Eşinin işi nedeniyle 16 ay Libya’da yaşadılar.

EVLİLİK SÜRECİ

Evlendikten sonra, eşiyle birlikte Kızıltoprak’ta bir ev kurdular. Bu ev, şairlerin en özel şiirlerini paylaştığı bir uğrak evi olmuştu. Bu evde; Cemal Süreya, Ece Ayhan, Edip Cansever, Tomris Uyar, İlhan Berk, Küçük İskender, Cezmi Ersöz ve Orhan Alkaya gibi şairler sık sık bu eve uğrarlardı ve çoğunlukla şiir hakkında konuşurlardı. Nilgün Marmara’nın edebi kişiliğinde ve hayatında bu toplantıların etkisi çok büyük yer kaplamaktadır.

Bu buluşmalarda pazar günleri fırında tavuk budu yaparlardı. Bu sebeple pazar günkü buluşmalarına “but partisi” adını koydular. Nilgün Marmara, içinde tanımlayamadığı yalnızlığı ve acıyı bu buluşmalarda biraz da olsa unutuyordu.

EV BULUŞMALARINDAN BİR KARE

Evlendikten birkaç sene sonra kocasının işi için bir süreliğine Libya’ya taşınan Nilgün Marmara, ülkedeki baskıcı yaklaşım nedeniyle zaten sıkıntılı olan ruh halini iyice boğmaya başlamıştı. Kocasının işi bitince hemen Türkiye’ye döndüler.

Libya’da geçirilen sürenin uzunluğu ve ülke yapısı gereği zaten hasta olan Nilgün Marmara’nın hastalığı artmıştı. Hastalığında, kimseye söylemese de artık geri dönülemez yola girdiğinin farkına varmıştı. Psikolojisi günden güne kötüleşti. Psikiyatr’larda geçirdiği süreler uzamıştı. Hastalığının tanımı manik depresyondu. Tüm psikiyatr’ların önerisi aynıydı; okuma yazmaya ara vermeliydi. Bu teşhisin yanında içmesi gereken ilaçlar da vardı, neden içmesi gerektiğini anlayamadığı ilaçlar…

İlaçların ağırlığından mı yoksa fazlalığından mı bilinmez ama ilaç içmeye asla katlanamazdı. Psikiyatr’ların sözünü de dinlemezdi, ne okumaktan ne de yazmaktan vazgeçmedi. Eşiyle de arası açılmıştı ve iyice yalnızlaşmıştı. Yeni arkadaşı, dert ortağı alkoldü. Ona sığındıkça daha da yalnızlaştı ruhu. Hayatının sonlarına yaklaştığını içten içe hissediyordu

VAZGEÇİŞ

Tarihler 13 Ekim 1987’yi gösterdiğinde, eşi eve geldiğinde eza dolabında ne kadar ilaç varsa hepsini masanın üstünde gördü. İlaçlar yerlere de tane tane dökülmüştü ve ilaçların izini takip ettiğinde lavabonun içinde de ilaçlar bulmuştu.

Ev çok sessizdi; Kağan bu sessizliği içinden ölüm sessizliği diye geçirecekti ki soluğunu tuttu. Düşündüğünün doğru olmamasını umarak yatak odasına yöneldi. Odada hiç kullanmadıkları pencerenin arasına perdenin sıkışmış olduğunu fark etti. Bir hışımla perdeyi açtı ve aşağıya baktı. Maalesef korktuğu şey başına gelmişti Kağan’ın. Hayatının baharında olan eşi kendini yatak odasından atarak intihar etmişti.

Son günlerinde Nilgün yazıyor ve her zamanki gibi yazdıklarını eşi Kağan dahil kimseye göstermiyordu. Nilgün Marmara’nın yazdıklarının konusu bireyin düşle gerçek arasında sıkışıp kalmış kırgınlıklarıydı. Tüm yaşayanlardan habersiz, yaşamı ve ölümü irdeliyordu. Hayatı boyunca bir gün bile aklından çıkarmadığı gibi, son gününde bile Slyia Plath’i ve yazgılarının benzerliğini düşündü.

Slyvia; yaşamının ağırlığını, manik depresyonu ve nihayetinde kocasının kendisini aldatmasını kaldıramamış, çocuklarıyla kiraladığı evde, hayatına son vermişti. Çocuklarının baş uçlarına bolca kurabiye ve süt bırakıp kapılarını kilitledikten sonra mutfağa dönüp hava gazı fırınının içine kafasını sokup intihar etti…

Sürekli düşünmek her zaman iyi değildir. Sürekli düşünen insan kafasında kurgular ve kurguladığı şeyler gerçek olmayınca hayal kırıklığına uğrar. Nilgün Marmara da aynı kaderi yaşamıştı. Hastalığının da etkisiyle düşünmekten vazgeçmişti Nilgün. 13 Ekim 1987’de, henüz 29 yaşında iken, kendini evlerinden aşağı bıraktı. Çığlık bile atmamıştı, farklı dünyaların bekleme salonu olarak gördüğü yaşamdan hiçbir acı çekmeden ayrılmıştı.

NİLGÜN MARMARA

ÖLÜMÜNÜN ARDINDAN

Nilgün’ün intiharı hem üniversite sıralarından beri planlanmıştı hem de bir anda oluvermişti. Ölmeden kısa süre önce yazdıklarının hepsini kocasına vermişti. Ölümünün hemen ardından yazdığı metinleri ve şiirleri ayrılıp düzenlendi. “Daktiloya Çekilmiş Şiirler” ve “Metinler” olarak iki ayrı kitap halinde yayımlandı. Sonrasında annesinin isteğiyle günlükleri, “Kırmızı Kahverengi Defter” adıyla yayımlandı.

Yazdıklarının yayımlanması, en az intiharı kadar etkili bir etik tartışmasını da beraberinde getirmişti. Ancak yaşadıkları yazdıklarını gölgede bırakmıştı. Ölümünden sonra ev buluşmalarını gerçekleştirdikleri ve onu tanıyan şair ve yazarlar onun hakkında şunları söylemiştir:

Ece Ayhan – 128 Nilgün Marmara

“Önce, Nilgün Marmara’yı herkesinki gibi değil de kendine özgü ve çok değişik morumsu renkte bir giysiyle, bir öğrenci olarak düşündüğümü söyleyeceğim. Ama derslere pek girmeyen ve umutsuzlar merdiveni’nde oturmayı seçen çok tuhaf bir öğrenci; daha doğrusu benzersiz bir öğrenci olarak düşündüğümü söyleyeceğim. Sırası belki önlerdedir ama kendisi en arkalarda bulunmayı sever. Her zaman da sınıfı geçmiştir ve sanki aynı sınıftayız ve belki de aynı sıradayız. Nilgün Marmara ile 1987 Ekim’inin 13’ünde, kendisi daha 28-29 yaşında gencecikken İstanbul’da, Kızıltoprak’ta, en ufak bir çığlık bile atmadan korkunç ölümünden sonra da! Herhangi bir ikirciğe düşmeden, hiç çekinmeden şunu diyorum: “Bir teneffüs daha yaşasaydı tabiattan tahtaya kalkacaktı.” O nedenle de yazımın başlığını şiirdeki gibi “128 Nilgün Marmara!” koydum.”

Cemal Süreya – Günler

“Nilgün ölmüş. Beşinci kattaki evinin penceresinden kendini aşağı atarak canına kıymış. Ece Ayhan söyledi. Çok değişik bir insandı Zelda. Akşamları belli saatten sonra kişilik, hatta beden değiştiriyor gibi gelirdi bana. Yüzü alarır, bakışlarına çok güzel; ama ürkütücü bir parıltı eklenirdi. Çok da gençti. Sanırım, otuzuna değmemişti daha. Ece ile gergedan için yaptığımız aylık söyleşide ondan şöyle söz ettim: Bu dünyayı başka bir hayatın bekleme salonu ya da vakit geçirme yeri olarak görüyordu. Dönüp baktığımda bir acı da buluyorum Nilgün’ün yüzünde. O zamanlar görememişim; bugün ortaya çıkıyor.”

EV BULUŞMALARINDAN BİR KARE

Yıllarca yaşadıklarını ve yazdıklarını kendine saklamış ve yaşadığı acıların hiçbirini yüzüne yansıtmamış biriydi Nilgün Marmara. Çevresindekiler ve sevdikleri hastalığının derecesini bilmiyordu, sadece sıradan bir depresyon olarak düşünmüşlerdi ancak hastalığı depresyonun çok ilerisindeydi. Ölüm şeklini intihar olarak seçmesi sevdiklerini çok etkilemişti. Kim sevdiği birinin intihar etme ihtimalini düşünür ki? Ölümü unutarak yaşadığımızı düşünürsek bu ihtimali sürekli göz önünde bulundurmalıyız.

Yazdıklarını kimseyle paylaşmaması ve çevresindekilerin bir şeyler yazdığını bilmemesi garip gelmiştir bana. Hele ki sürekli göz önünde olunmanın maharet sayıldığı dünyada, bu kadar yetenekli bir yazarın kendi içine kapanması biz sanatseverler için üzücü olmuştur. 29 yıllık yaşamına sığdırdığı çelişkiler ve buna bağlı olarak düşüncelerle bir Nilgün Marmara geçti bekleme salonu diye tabir ettiği dünyadan…

Sevgi ve saygıyla…

TÜRK EDEBİYATININ İDDAALI ŞAİRİ – CEMAL SÜREYA

1931’de doğdum.

1937’de annem öldü.

1944’te Dostoyevski’yi okudum.

O gün bugün huzurum yoktur.

Biyografisini dört cümleyle özetleyen Türk Edebiyatı’nın önemli yazarlarından Cemal Süreya 1931 yılında Erzincan’ın Pülümür ilçesinde dünyaya geldi.

ÇOCUKLUK YILLARI

Cemal Süreya bu yılları şu şekilde özetlemiştir: “1931’de Erzincan’da dünyaya geldim. 1937’de oradan ayrıldım. Çocukluğumun geçtiği asıl kent Bilecik. İstanbul’da liseyi, Ankara’da ise yüksek öğrenimimi tamamladım. Aynı çocukluğu şu anda da İstanbul’da yaşamaktayım. Annem 6 yaşında öldü, yüzünü hatırlamıyorum ama bazı tavırları aklıma kazınmış; zihnimde yer edinmiş. Belki beni edebiyata götüren bir sürü neden var ama bir keskin neden ararsam, bunu annemde bulduğumu belirtebilirim.”

Türk ve Dünya Edebiyatına damga vurmuş hemen hemen her yazarda, şairde gördüğümüz acıklı, mutsuz hikayeler Cemal Süreya’da da mevcuttu. Her yazarın, şairin hikayesi farklıdır. Ama sonuçları aynıdır: Acı, keder, dram…

Büyük sanatçı olabilmek burada başlıyor işte. Yaşadığın olaylar seni etkiliyor. Kötü bir çocukluk ve gençlik geçiriyorsun. Sonra senden yıllar önce yaşamış biri bir şekilde karşına çıkıyor ve ondan etkilenip hayatına yön veriyorsun. Cemal Süreya için bu isim Dostoyevski’dir.

DOSTOYEVSKI ETKİSİ

13 yaşında Dostoyevski ile tanıştı. Karamazov Kardeşler’den öylesine etkilendi ki, içindeki buhranı yazarak atmaya karar verdi. Yazmaya başladığı yıllarla ilgili sonraki senelerde şu sözleri söylemiştir:”Aslında ikinci bir doğum tarihim vardır benim, edebiyatla ilgili olarak. 1944’te Dostoyevski’yi okuduğumdan beri hiç huzurum kalmadı. Bugün onu eskisi kadar seviyor muyum? Çok şey aldı onun yerini ama yine de beni edebiyata, şiire iten şeylerde tuhaf bir şekilde en çok bir romancının, Dostoyevski’nin etkisi vardır.

İyi bir okur olmasının yanında yazarlığının da iyi olacağı okul yıllarında kızlara yazdığı aşk şiirlerinden ve okul gazetesine yazdığı yazılardan kendini belli etmişti. Günlük hayatındaki içine kapanıklığı yazılarında yerini coşkunluğa ve nevi şahsına münhasır alaycılığa bırakmıştı. Bu durum da ilk dönemden itibaren Cemal Süreya’nın kimliği olmuştu.

ŞAİRLİK YILLARI

Ortaokul’dan sonraki durağı Haydarpaşa Lisesi olmuştu. Şiirlerini ilk yayınladığı dönemlerle ilgili şunları söylemiştir: “Lisede aruzla, eski tarz yazardım. Bizim kuşağın içinde biraz geç ortaya çıktım. Uzun süre yazdıklarımı yayınlamadım. Bir çeşit çekingenlik, kendine güvenmeyiş, utangaçlık ve kusursuzluğu arama diyebiliriz… Yazılarımı biraz geç yayınladım. 1953’te sanrım, Mülkiye Dergisi”nde şiir yayımladım. Ondan sonra da sürekli yayınlamaya devam ettim. Ben yeni şiirle de yeni edebiyatla da geç tanıştım.”

1940’lı yıllar Türk Edebiyatı’nın da yeni yeni farklılaşma gösterdiği yıllardı. Bu yıllarda ortaya çıkan Garip Akımı da bir manifestoyla ortaya çıkmıştı. Şiirde sadeleşmenin, yeni bir ses ve yaşayan bir Türkçe ile yazmanın önünü açmıştı. Cemal Süreya ise bu akımla ilgili şunları düşünüyordu:

Orhan Veli şiire elma yemesini öğretti. Bizler Garip şiirine tepki olarak ortaya çıktık. Ama şimdi düşündüğümde Garip şiiriyle, özellikle de daha sonra başka yeni şairlerin katılımıyla meydana gelen Türk yenilikçileriyle oluşan şiirde, biz nasıl var olmuşuz, ne kadar etkilenmişiz ondan, çok beslenmişiz! Arkadaşlarımın bazıları vefat etti. Turgut (Uyar), Edip (Cansever). Bazıları da hayatta. Ben kendi adıma konuşayım: Çok beslendim, hatta Türkçe’yi onlardan öğrendim diyebilirim.

SOYADI İDDAASI

Üvercinka, güvercin kanadından kısaltılarak elde edilmiş bir kelime. Barışa, aşka dayatmaya dönük…

Elma” şiirinde, adındaki “Y” harflerinden birini attığını ilan eder. Nedeniyse; kendi anlatımına göre, arkadaşıyla(Sezai Karakoç) bir telefon numarası üzerine girdiği iddaayı kaybetmesidir. Söz konusu telefon numarası, Üvercinka’nın…

Cemal Süreya o iddaayı şu şekilde anlatmıştır: “O zaman çok güvenirdim belleğime. Telefon numaralarını falan kaydetmezdim. Belki de kaydetmediğim için kalırdı. Ona(Sezai Karakoç) dedim ki; eğer bu böyleyse, ismimden bir harf atarım dedim. Kaybedince, ismimde harf aradım, iki tane olandan birini atmak daha uygun geldi.

Bu olay sonucunda Cemal Süreyya olan ismi resmi olmasa da eserlerinde ve edebiyat çevrelerinde Cemal Süreya olarak kayıt altına alınmıştır.

İKİNCİ YENİ’NİN SEMBOLÜ ÜVERCİNKA

Ortaokul yıllarından beri sevdiği ve mektuplaştığı Semiha Hanım ile 1953 yılında evlendi. 1954’te Mülkiye’yi bitirip stajyer memur olarak Eskişehir’de görevine başladı. 1955 yılında ise maliye müfettiş muavini olarak İstanbul’a geldi. İstanbul’la ilgili ilerleyen yıllarda şunları söyleyecekti: “Birçok şehir gezdim, hepsinden etkilendim ama en çok İstanbul’dan etkilendim. İstanbul bir şehir gibi değil, bir hayvan gibi, yağmur yağdığında kokusu olan, diri bir şehir. Çok eski, çok karışık hiçbir simetrik duygu taşımayan bir şehir.

1950’li yılların ortalarında İstanbul’da Baylan Pastanesi sanatçıların en gözde mekanıydı. Cemal Süreya da buraya sık sık uğrardı ve Ankara’da başlayan dostluklarını perçinleyip yeni şair ve yazarlarla tanıştı. Onlara “İkinci Yeni Şairleri” deniliyordu: Sezai Karakoç, Edip Cansever, Ülkü Tamer, Ece Ayhan, İlhan Berk, Turgut Uyar ve Cemal Süreya… Bu genç şairlerin peşi sıra eserler çıkarttığı ortamda Cemal Süreya, İkinci Yeni’nin sembolü olacak kitapla okurlarının karşısına çıktı: Üvercinka

Üvercinka

Laleli’den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız.

Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun.

Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez

Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor

Bütün kara parçalarında

Afrika dahil

DERGİCİLİĞE BAŞLANGIÇ VE PAPİRUS DÖNEMİ

Şiir kadar vazgeçilmez bir tutkusu da dergicilikti. İlk kez 1960 yılında askerdeyken çıkardığı Papirus’u, imkansızlıklardan dolayı üç ayrı zamanda yayınladı. Dergiyi her çıkarttığında özellikle maddiyat konusuna yenik düşüp dergiyi kapatmak zorunda kaldı. Bu durumunu kendi alaycı üslubuyla şöyle değerlendirmiştir:

Bir dergi gibidir benim yaşamım

Bu yüzden ölmem; batarım.

Türk edebiyat tarihinde yeri başka olan Papirus dergisi, birçok genç yazar ve şairi Türk Edebiyatı’na kazandırmıştır.

1965 yılında Papirus’u Ülkü Tamer ve Tomris Uyar ile ikinci defa çıkarttığında, o zaman karısı olan Tomris Hanım’ın da baskısıyla memuriyetten istifa etti. Aynı sene ikinci şiir kitabı olan Göçebe’yi yayınladı. 1966 yılında, Göçebe kitabı TDK Şiir Ödülü’nü aldı. Bu arada Tomris Hanım’dan boşanıp Zuhal Tekkanat ile evlendi. 1969 yılında oğlu Memo dünyaya geldi.

MADDİ SIKINTILAR VE MEMURİYETE DÖNÜŞ

1970 yılına gelindiğinde elinde avucunda ne varsa dergisi için harcamış(hatta Chevrolet’sini satmış), ciddi bir ekonomik sıkıntı içerisine girmişti.. Tek çareyi dergiyi kapatmakta buldu ve takım elbiseleri giyip memuriyete döndü. Kurallar gereği ayrılanın aynı yere dönemediği bakanlıkta, ikinci kez maliye müfettişi oldu. Darphane müdürlüğü yaptığı kısa dönem haricinde 1982 yılındaki emekliliğine kadar hep aynı kadroda çalıştı. Cemal Süreya bakanlıkta, işinde hassas, suistimallere karşı dikkatli ve adaletli bir bürokrat olarak bilinirdi.

Cemal Süreya Türk şiirinde devrim yaratan bir anlayışın, bir üslubun sembolüydü. Ama edebiyatla ilgisi, şiirle sınırlı değildi. Fransızca’dan çevirdiği kitapların yanı sıra, eleştiri ve deneme yazıları da yazdı ve okurları tarafından takip edildi.

Şiir ve politika üzerine yazdıklarını, 1976’da “Şapkam Dolu Çiçekle” adı altında kitaplaştırdı. Kendini şu şekilde tarif ediyordu: “Ben karşıtlıklar bulan değil, yeni sorular getiren bir yazarım. Bunun için parça parça çok şeye değinme olanağı eren bir yazı türü, birikimime uygun geldi.

1980’li yıllara gelindiğinde günlükler kaleme almaya başladı. Eserleri o kadar tutuldu ki Hürriyet Gösteri ve Milliyet Sanat dergilerinde yayınlandı. 1986’da yakın arkadaşı Doğu Perinçek ile birlikte yayına hazırladığı “2000’e Doğru” dergisi, onun başka bir usta yönünü ortaya çıkardı. Portre yazarlığı.

2000’e Doğru için edebiyattan, sanattan ve iş dünyasından pek çok ismin portresini yazdı. Bu yazıları geniş bir kesim tarafından takip edildi ve gündem belirledi.

SON YILLARI – ÖLÜM KORKUSU VE YALNIZLIK HİSSİ

İki şey: Aşk ve şiir. Mutsuzlukla beslenir biri, biri ona dönüşür.” demişti bir şiirinde. Hayatı boyunca aşk ve şiirle beslendi.

Hayatının son yıllarında beşinci ve son kez Birsen Sağanak ile evlendi. Birsen Hanım ölene kadar Cemal Süreya’yı yalnız bırakmadı. Birsen Hanım’ın varlığı huzursuz ruhuna bir nebze güven verebildi ama onun için dostlukların sığınağı her şeyden değerliydi. Bu durumla ilgili şunları söylemişti. “Ben çocukluğunu yitirmemiş bir adamım. Bununla birlikte biraz da ciddi bir adamım. Okuyan bir adamım. Yalnız bir adamım. Fazla kalabalıktan hoşlanmam. Küçük bir arkadaş çevrem vardır, onun dışına çıkmam. Bu çevreler bazen değişir ama genellikle küçük bir çevredir. Dolaşmayı da fazla sevmem. Aynı masada oturmayı, aynı masada çalışmayı severim. Aynı lokantada yemek yerim. Sınırlı bir hayattır benimki. Evimin karşısında bir kahveci var, boş zamanlarımda oraya gider otururum, arkadaşlarım gelir. Ben aslında arkadaş canlısı bir adamım. Arkadaşlarım neredeyse orayı severim.

Edip Cansever, Turgut Uyar, Muzaffer Buyrukçu, Melisa Gürpınar ve Cevat Çapan, onun arkadaş çevresinden ilk akla gelen isimlerdi. Edip Cansever ve Turgut Uyar’ın erken yaşta ölmeleri, Cemal Süreya’daki yalnızlık hissimi ve ölüm korkusunu güçlendirdi.

Yakın dostlarından Edip Cansever için şu dizeleri yazmıştır:

Yeşil ipek gömleğinin yakası

Büyük zamana düşer.

Her şeyin fazlası zararlıdır ya,

Fazla şiirden öldü Edip Cansever

Cemal Süreya’dan geriye kalan “Sevda Sözleri” oldu. Hiçbir koşulda yüzündeki gülümsemeyi eksik etmeyen, her adresin aşka ve tutkuya çıktığı bir dünya bıraktı geride. 9 Ocak 1990’ta şeker koması, akciğer ödemi, kalp yetmezliği sebebiyle 59 yaşında hayata gözlerini yumdu.

CENAZE TÖRENİ

Sunay Akın, 2015 yılında bir dergide, Cemal Süreya’nın cenaze töreniyle ilgili şunları söylemiştir:

” ‘Gömmeden önce biraz gezdirin beni

Cemal Süreya’nın naşının Haydarpaşa Numune Hastanesi’nin morgunda olduğunu duyunca hemen soluğu orada aldım. Hatay Lokantası’nın sahibi Mehmet Ali Işık, Cemal Süreya’nın amcasının iki çocuğu ve oğlu Memo’dan başka kimse yoktu. Oysa bir gün önce gece evinde telefonlara hep ben bakmıştım. Herkes Hoca’nın nerde olduğunu, paraya ihtiyacımız olup olmadığını sorup, mutlaka geleceğini söylemişti. Ben Numune Hastanesi’nin morguna gittiğimde bir kalabalıkla karşılaşacağımı umut ediyordum. En azından bir 25-30 kişi oluruz diyordum ama saydığım insanlar dışında kimse yoktu. Hatay Lokantası’nın sahibi Mehmet Ali Işık, maddi olarak gereken her şeyi üstlendi. 

Cenaze arabası geldi. Cenaze arabasına Cemal Süreya’yı koyacağız. Çünkü cenaze bir gün sonra Şişli Camii’nden kaldırılacak. Cenaze arabasına bindik. Ben önde, Cemal Süreya’nın oğlu Memo ve Mehmet Ali Işık arkada oturuyordu. Şoförün Numune Hastanesi’nden çıktıktan sonra güzergahı belli: Birinci köprüden, Ankara asfaltından karşıya geçecek, bizi Şişli’ye bırakacak. Yol güzergahına girmeden önce, bir anda aklıma Cemal Süreya’nın bir dizesi geldi. O da şu; Gömmeden önce biraz gezdirin beni… Şoföre dedim ki:

Köprüye asfalttan gitmeyeceğiz,

Nerden gidelim abi, başka hangi yol var?

Harem’e gideceksin ama sahil yolundan gideceğiz!

– Abi, işimiz var. Daha başka cenazeler var, onları taşıyacağım.

Adamı zar zor razı ettik. Ve Harem’e doğru yola çıktık. Kız Kulesi’nin önünden geçtik. Cemal Süreya demişti ya hani bir şiirinde;

“Kız kulesinin düş getiren pay senetleri,
kısa günde kapış kapış gitti…”

Cemal Süreya’ya tarihi yarımadayı gösteriyorum. Martıları, vapurları, Kız Kulesi’ni… Üsküdar’a geldik. Ve Kuzguncuk’a doğru giderken dedim ki içimden; Kuzguncuk’tan geçerken hemen orada bir kahve var. Ve Can Yücel hep orada oturur. İster misin Can Yücel orada olsun… Eğer Can Yücel oradaysa arabayı durdurtacağım ve diyeceğim ki:

Hocam bak Cemal Süreya’yı gezdiriyoruz.

Kuzguncuk’a geldik, kahveye baktım. Can Yücel yok! Hemen içeriye doğru giren sokağa baktım, 70-80 metre ilerde Can Yücel elleri arkada yürüyordu. “Hocaam! Hocaam!” diye bağırdım. Şoföre “Dur!” dedim. “Duramam abi, cenazelere yetişeceğim” dedi. Durmadı… içimde uktedir. Demek ki biz birkaç saniye önce gelsek, Cemal Süreya’yı taşıyan cenaze arabasının önünden Can Yücel geçecekti. Hiç unutamam o anı…

Sonrası ertesi gün, namaz için Şişli Cami’ne gittik. Hocayı son yolculuğuna uğurlayacağız. Çok enteresan bir şey oldu: Hiç kimse bilmez bunu… Bir kadın geldi; siyah şapkalı, siyah paltolu… Çok şık ve çok güzel bir kadın… Filmlerden çıkmış gelmiş gibi… Cemal Süreya’nın kız kardeşi Perihan Hanım gidip onunla bir şeyler konuştu. Tanıyordu, dedim demek ki… Acaba akrabası mıydı? Gittim, sordum Perihan hanıma… Perihan hanım cevap verdi:

“Suna o…” dedi.

Suna, Cemal Süreya’nın ilk aşkı! Ve hatta belki de ‘Üvercinka’…
Cemal Süreya Üvercinka’nın kim olduğunu hiç söylemedi ya da bana söylemedi. Ama onun Suna’yı nasıl sevdiğini, Suna’nın hayatındaki yerini çok iyi biliyorum. Yıllardır hiç görüşmemişlerdi. Ama Suna kalktı, Cemal Süreya’nın son yolculuğunda onu yalnız bırakmadı, geldi… Cemal Süreya’nın naaşını aldık, Şişli Camii’nin önünden cenaze arabasına koyduk. Hani o arabalarda cenaze kime aitse, ismi yazılı olan bir tabela vardır. Bir baktım orada ‘Cemal Süreyya’ yazıyor, iki Y’yle… Hata var!!! Ya hoca gidiyor ve son tabelada hata var! Araba trafiğe çıktı, trafik sıkışık… Ben gerideyim ama görüyorum bir kadın koşuyor tabelaya doğru… Anladım durumu.. Yetiş, yetiş, dedim… Koştu, koştu… Ve son anda bir kadın parmak uçlarıyla ikinci Y’yi sildi… Ve araba trafiğe öyle çıktı, Cemal Süreya uzaklaştı… Cemal Süreya, “Öyle çirkin isim mi olur?” dediği, hiç sevmediği Kulaksız’daki, Kulaksız Mezarlığı’na gömüldü. Hocam derdim ona önceden, sohbetlerimizde; “Van Gogh’u da oraya gömmek lazım.”
Gülerdik…
Cemal Süreya’nın bugüne kadar hiç kimseye anlatmadığım son yolculuğu Kulaksız’da işte böyle bitti…

ACILARIYLA BESLENEN ŞAİR – DİDEM MADAK

Edebiyat dünyasında acısını, yaşanmışlıklarını şiirlerine yansıtan şair olarak bilinen Didem Madak, 41 yıllık yaşamına çokça şiir, hikaye ve yaşanmışlık sığdırmıştır.

ÇOCUKLUK YILLARI

Didem Madak 8 Nisan 1970’te İzmir’de doğdu. Doğduğu yerin etkisiyle sanata ve yeniliğe açık bir şehirde yaşamanın avantajlarını hep kullandı. Şiirlerinde sıkça yer verdiği kişi olan “uzun siyah saçlı kız” Işıl’ı annesi Füsun Hanım kendisinden 6 yıl sonra dünyaya getirdi.

Anne ve babaları öğretmen olan Madak kardeşler, çocukluk yıllarında her zaman sanatla, edebiyatla iç içe yaşadılar. Çocukken en büyük zevkleri birlikte Füsun Hanım’ın gözetiminde oyun oynamak olan kardeşler, belki de ilk acılarını 12 Eylül döneminde babalarının okul müdürüyle tartışması sonucu Uşağa sürülmeleri ile yaşadılar. Füsun Hanım’ın tayini çıkmadığı için babalarıyla birlikte gidemediler ve Burdur’da kaldılar.

Ülkenin zor zamanlardan geçtiği dönemde Füsun Hanım da kızlarıyla birlikte korku dolu günler geçirir. Zor geçen gecelerin birinde, Füsun Hanım bahçelerindeki mısır yapraklarının hışırtılarından dolayı uyumadıkları için bütün yaprakları keser. Bu durumu Didem Madak şu sözlerle şiirine aktarır.

“Sen bir çocuk romanı ol isterdim.

Ölü mısır tarlaları hışırdıyordu

Ve kalbimde çıngıraklı yılan sürüleri

Diye başlayan bir çocuk romanında.”

ANNESİNİN ÖLÜMÜNÜN ARDINDAN

Henüz 13 yaşındayken annesi Füsun Hanımı beyin kanseri nedeniyle kaybeden Didem Madak için hayat artık daha da zorlaşmıştır. Annesinin erken bir yaş olan 38 yaşında ölümünün üzerine iyice kabuğuna çekilmiştir. Bu durumu şu şekilde şiirleştirmiştir.

“Ölen her kadın için şiir yazdım.

Onları Muc’a evin karşılığında verdim,

Çok ucuza.

Artık bütün üzgün oluşlarımın adı: Anne!”

Annesinin ölümünden kısa bir süre sonra babası ikinci kez evlenmiştir. Bu evlilik babası ile arasını açmıştır. Hatıralarında o günleri şu şekilde anlatır: “O günleri hatırlayınca Edip Cansever’in şu dizesi gelir aklıma: ‘Bir azarlamayla ölümü düşünen çocuklar gibi…’ ‘Bir azarlanmayla ölümünü düşünen çocuklar gibi.’ Hayatın elini beline koymuş sinirli bir üvey anne gibi bizi azarladığını ve kardeşimle el ele tutuşup hayallerden balkonumuza sığındığımızı hatırlıyorum.”

Bu evlilik sonucu babası ile hiçbir şekilde konuşamayan ve babası tarafından adeta ikinci plana itilen Didem Madak bu durumun sonucunda babası için birkaç dize yazmıştır:

Babam…

Çıkarılmış bir adam bütün fotoğraflardan.

Kader neydi sanki o zaman,

Masada açık unutulmuş Turuncu kulaklı bir makastan başka…”

“Yaşasaydın, hayatının ortasına Güller yığan bir adam olsun isterdim babam.”

Bundan sonra hayatında sadece kardeşi Işıl olan Didem, bir gün kardeşiyle dertleşirken annelerinden hiçbir şey kalmamasından dolayı üzüntülerini dile getirirler. Konuşmaları duyan teyzeleri ise kız kardeşlere hayatları değiştirecek hediyeler verir. Hediyeler el yazması bir şiir defteri ve Varlık Dergisi koleksiyonudur. Bu andan sonra Didem Madak şair olmaya karar verir.

ÜNİVERSİTE DÖNEMİ VE EVLİLİK

Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne başlayan Didem, bu dönemde kendini yazmaya vermiştir. Yaşadıklarını kaleme döken kadın şairimiz babası ve üvey annesiyle yaşadığı zorluklara da eserlerinde yer vermiştir. Yaşadığı ev kendisinde derin yaralar bırakmış olmalı ki kendince bir çözüm yolu bulup okulun ilk senesinde tanıştığı biriyle gizlice evlenir. Bu evlilik onun evden ayrılmasına ve okulu bırakmasına neden olur.

Ardımda kırık bir ayna üvey anneleri hayatımın. Batsın diye güneşe tempo tutan o kız çocuğu… Evden kaçışımın pembe spor ayakkabıları vardı. Hüzün neydi sanki o zaman; artık kullanılmayan dikiş makinası annemden kalma.”

Okulu bırakması ve evlilik üst üste gelince bu dönem çok zorlu geçer Madak için. Özellikle maddi anlamda çok sıkıntı çeker ve farklı işlerde çalışır. Bu yoğun tempoda evliliğinde de sorunlarla boğuşur ve birkaç sene içerisinde boşanır. Maddi sorunlar boşandıktan sonra da devam eder ve bir evin bodrum katında yaşamaya başlar. İlerleyen zamanlarda bu evdeki dönemini “birden yazmaya başladım” şeklinde aktarır. Bodrum katında en çok etkilendiği durum rutubettir. Yaptığı söyleşide yaşadığı bodrum katını ; “rutubete dayanıldığı sürece şiir yazmak için çok iyi yerler” şeklinde ifade etmiştir.

Bodrum katında kendi yalnızlığıyla baş başa kalan Madak, kardeşi Işıl’ın söylediğine göre sadece çikolata ve süt ile beslenmiştir. Bu dönemde hayatta hiçbir şeyin istediği gibi gitmediğini ve hayattan memnun olmadığını da dile getirmiştir.

Bu buhranlı ve yalnız dönem üç yıl sürer. Didem Madak bu süre zarfında sevdiklerinden kaçar. Yakın arkadaşlarından Müjde Bilir o dönemleri röportajında şu şekilde anlatmıştır: “Didem beni bir akşam aradı ve annesini özlediğini anlattı. Taksiye binip bana gelmesi için ikna ettim. Geldiğinde çekingen ve mahçuptu. Anne şefkatine duyduğu hasret derinden belli oluyordu. ‘Çok mutsuzum’ dedi. Ertesi gün buluşmak için sözleştik. Ancak Didem gelmedi. Didem’in evine gittiğimde duvara iliştirilmiş bir not buldum. ‘Sevgili Müjde, Maviş Anne, içimden hiçbir şey söylemeden gitmek geldi. Seni seviyorum. Dün gecenin şiiri zaten yazılmıştı, ben sadece kaleme alacağım.'”

Müjde Hanım’a yazdığı şiir şu şekildedir:

“İki kendim varmış maviş anne

Biri benmişim biri mutsuz

Ben ölürsem maviş anne, mutsuz için dünyanın bütün sabahlarına bir bilet al.

Ben ölürsem mutsuza iyi bak!”

“Kadınlık kimliğimden sıyrıldım.”

Geçen üç yıl boyunca Madak’tan haber alınmaz. Arada kardeşi Işıl’ın yanına uğrar. Bu gitmelerin birinde Işıl’ın çok şaşıracağı bir olay olur. Örtünmüş olarak çıkar karşısına.

“Örtündüm ben… Her şeye karşı… Kadınlık kimliğimden de sıyrıldım. Bu beni rahatlattı.” der.

Bu dönemde Didem tasavvufla ilgilenir. Kardeşi ablasının bu dönemiyle ilgili şunları söyler: “Çok umutsuzdu. Kapanarak bir çıkış yolu bulabileceğini umdu. Ablam o dönemden inanarak kurtuldu. Yoksa kaybolup gidecekti. Hukuk fakültesini de bu dönemde bitirebildi.” der.

Şiirlerinin birinde bu dönemden şu şekilde bahseder:

“Allah benim çaresizliğimdi, artık konuşabileceğim kimsem kalmadığı için konuştuğumdu.”

Ah’lar Ağacı şiirinde zorluklarla geçen yıllarını anlatmıştır:

“Ben acılarımın başını

Evcimen telaşlarla okşadım bayım.

Bir pardösüm bile oldu içinde kaybolduğum.

İnsan kaybolmayı ister mi? Ben işte istedim bayım.”

HAYATA TUTUNMA

Hayatın acılarıyla yüzleştiği dönemde kardeşi Işıl ‘İnkılap Kitapevi 2000 Şiir Ödülü’ yarışmasından bahseder. Ancak ablasından olumsuz yanıt alır. Bunun üzerine Işıl ablasının şiirlerini toplayarak yarışmaya habersizce gönderir. Bu olaydan bir süre sonra ‘Grapon Kağıtları’ isimli dosyasının yarışmayı kazandığı haberi gelir.

Bu ödülden sonra edebiyat çevrelerinde tanınırlığı artan Madak, internette tanıştığı avukat ve şair olan bir adamla buluşmaya karar verir. Adamın şair olması bu buluşmayı kabul etmesinde etkili olmuştur.

İlk buluşmalarında adamdan etkilenen Didem, ikinci buluşmada adamın kendi şiirini okuması üzerine sıra kendisine geldiğinde şu şiirini okur;

“Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca

Alt katında uyumayı bir ranzanın

Üst katında çocukluğum…

Kağıttan gemiler yaptım kalbimden

Ki hiçbiri karşıya ulaşmazdı.

Aşk diyorsunuz,

Limanı olanın aşkı olmaz ki bayım!”

Kadın Olduğunu Hatırlama

Ödül töreni için İstanbul’a giden Madak, gitmeden önce örtüsünü çıkarır. Bu olay kendi deyimiyle ‘kadın kimliğine geri dönüş’ olarak değerlendirilebilir.

Aldığı ödül Didem Madak’ın hayatını fazlasıyla değiştirir. İstanbul’da yaşamaya başlar. Aradan zaman geçtikten sonra Timur Beyle evlenir ve üç yıl sonra kızı Füsun’u kucağına alır.

SON ZAMANLARI

Doğum yaptıktan sonra şiir yazamayan Didem, annesi gibi kansere yakalanır. 24 Temmuz 2011’de, daha 41 yaşındayken kolon kanseri nedeniyle hayatını kaybeder.

Madak’ın ödül töreninde tanıştığı arkadaşı Şükran Yücel’e gönderdiği e-postadaki mesaj şu şekildedir:

“Canım Kızım sana mektup yazacağım. Çünkü artık başka bir şey yazamadım. Bu konuda pek de dertli değilim doğrusunu istersen. Sen bana belki bugüne kadar yazdığımdan başka türlü bir yazı yazmayı öğretirsin. Kendimi bir sonbahar ağacı gibi hissediyorum. Mutlu bir sonbahar ağacıyım ben. Yere düşen yapraklarımı eğilip topluyorum. Saçıma tutuyorum. Bakın yakışmış mı diye soruyorum. Sonra yaprakları havaya savuruyorum. Ben iki kişilik bir kabilenin me isimli kölesiyim. Çünkü sen acıktığında me diye ağlıyorsun ve bu ismimi seviyorum reis!

Canım kızım cehaletimden şair oldum…

Annesizlikten.

Sen sakın şair olma!”

“Anlatarak bitiriyorum hayatımı

Bilmiyorum başka nasıl bitirilir bir hayat.

Bir çiçek çizdim bu akşam avucuma,

İsmini her şey koydum.

Simli ojeler sürdüm yalnızlıktan sıkıldığımdan,

Müsveddesi gibi şimdi tırnaklarım,

Yıldızlı bir gecenin”

GÖZÜYLE KARTAL AVLAYAN YAZAR – YAŞAR KEMAL

Asıl adı Kemal Sadık Gökçeli olan “Türk edebiyatının koca çınarı” Yaşar Kemal, 1923’te Osmaniye’nin Kadirli ilçesine bağlı Hemite köyünde, Halime ve Sadık çiftinin çocuğu olarak dünyaya geldi.

Nüfus cüzdanına ancak ilkokuldan sonra sahip olan Yaşar Kemal’in doğum tarihi de bu sebeple kayıtlara 1926 yılı olarak geçti.

Roman Gibi Geçen Çocukluk

Yaşar Kemal; romanlarının konusunun geçtiği Çukurova’da daha sonra eserlerinde kendisine ilham olacak derecede güzel bir çocukluk geçirdi.

Evlerinde Kürtçe, köylerinde ise Türkçe konuşulurdu. Türkmen köyüne göç etmiş Van muhaciri ailesiyle köylüler arasındaki ilişkiyi yıllar sonra Yaşar Kemal,”doğduğum bu Türkmen köyünde bizi Kürt diye hiç ayrı saymıyorlardı. Biz de kendimizi onlardan hiç ayırmıyorduk. Bütün köylülerle akraba gibiydik” diye anlatmıştı.

Bir bayram günü, talihsiz bir olay sonucunda gözünü kaybetti. Yaşar Kemal, 3,5 yaşındayken, evlerinin avlusunda koyun kesen halasının eşini izlerken, bıçak deriden kayıp gözüne saplandı ve sağ gözü kör oldu.

Bu olaydan yaklaşık bi yıl sonra, babası camide namaz kıldığı esnada Van’dan göç ederken ölümden kurtarıp beslediği Yusuf adındaki oğlu tarafından öldürüldü. Bu olaydan sonra 12 yaşına kadar kekeme kaldı.

“Ben babamın camide, o, namaz kılarken yanındaydım, hançerlendiği akşamdan sonra, sabaha kadar yüreğim yanıyor, diye ağladım. Ardından da kekeme oldum ve on iki yaşıma kadar zor konuştum. Yalnız türkü söylerken kekemeliğim geçiyordu. Hiç kekelemiyordum. Kitap okurken de, okur yazar olduktan sonra, hiç kekelemedim. On iki yaşımdan sonra kekemeliğim geçti” diyordu Yaşar Kemal, çocukluğunda yaşadığı zorlukları anlatırken.

Babası öldükten sonra zenginlikten bir anda en dibi görüp fakir kalan Yaşar Kemal, dokuz yaşındayken Adana’da gittiği ilkokulda üç ayda okuma yazma öğreniyor ve hayatının sonuna kadar sürecek olan okuma ve yazma evresi başlıyordu.

Ortaokul ikinci sınıftayken sınavla Türk Maarif Cemiyeti’nde yatılı olarak okuma hakkı kazanıyordu ancak üç ayı bulan devamsızlığından ötürü yatılı okuma hakkını kaybediyordu. Orta sondayken okuldan tasdiknameyle ayrılıp çeşitli işlerde çalışmaya başlıyordu.

Hayat Şimdi Başlıyor

Kuzucuoğlu Pamuk Üretme Çiftliği’nde ırgat katipliği(1941), Adana Halkevi Ramazanoğlu kitaplığında memurluk(1942), Zirai Mücadele’de ırgatbaşlığı, daha sonra Kadirli’nin Bahçe köyünde öğretmen vekilliği(1941-1942), pamuk tarlalarında, batozlarda ırgatlık, traktör sürücülüğü, çeltik tarlalarında kontrolörlük yaptı.

Bu kadar işte çalışması Yaşar Kemal’in farklı insanlarla ve farklı hikayelerle
tanışmasına vesile oluyor. Daha sonra romanlarında kullanacağı karakterleri şimdiden kafasında oluşturmasına olanak sağlıyordu. Bu işlerin etkisiyle, Çukurova’dan ve Toroslar’dan derlediği ağıtları içeren ilk kitabı “Ağıtlar”, Adana Halkevi tarafından 1943’te yayımlandı.

Yaşar Kemal 17 yaşındayken, İstanbul’dan Adana’ya sürgün gelen Arif Dino’nun “Eskiyene kadar tekrar tekrar okuman için” diyerek hediye ettiği 3 adet “Don Kişot” romanı ona yeni kapılar açtı. Yaşar Kemal, İspanyol yazar Cervantes ile kurduğu bağı “Don Kişot’u okuyunca yeni bir dünya buldum. Günlerce etkisinde kaldım. Cervantes bütün insanlığımı, yüreğimde sakladığım birçok gizi açıklamıştı. Bir karanlığa gömülmüş,
sonra da içimde bir yücelme olmuştu” sözleriyle aktarmıştı.

İstanbul’dan Adana’ya sürgün edilen Arif ve Abidin Dino kardeşler, onun yaşamında önemli yer tuttu.

Yaşar Kemal

Hapishane Günleri

Adana Kadirli’de arzuhalcilik yaparken “”komünizm propagandası suçlamasıyla” karşı karşıya kalan Yaşar Kemal, bu iddiaların ardından çok zor günler geçirmeye başladı. Evi jandarma tarafından birkaç kez baskına uğradı. Bu baskınlarda roman taslakları ve folklor denemeleri kayboldu.

Hakkındaki bir ifade nedeniyle gözaltına alınıp tutuklanan Yaşar Kemal o günü,”Adana’da Kadirlili bir çocuk komünist propagandası yaparken yakalanmış… Çocuğu çok dövmüşler, o da bildiği adların hepsiyle bir olmuş Çukurova’da Komünist Partisi kurmuş, ben de o kurucular arasındayım. Bir sabah jandarmalar geldi, kelepçe takıp apar topar beni götürdüler” diye aktardı.

Cezaevinda Yaşar Kemal’e, “Senin ailen bana çok yardım etti, hayatımı kurtardı desem doğru olur ama bu hapishanede tek düşmanın benim. Kork benden. Hırsızlıktan, katillikten, ırza geçmekten düşseydin başımın üstünde yerin vardı” diyen eşkıya Hilmi’nin bıçaklı saldırısına maruz kaldı.

Bir öyküsünü okuyup anlatımına hayran kalan mahkeme başkanının “Buralarda durmayın. Sizi öldürürler, yazık olur” şeklindeki sözleri üzerine önce Ankara’ya, oradan da İstanbul’a gitti.

Özgürlük Sonrası

İstanbul’da ilk olarak 1951-1963 yılları arasında Cumhuriyet Gazetesi’nde fıkra ve röportaj yazarı olarak çalışırken burada “Yaşar Kemal” adını kullandı.Gazetede çalışırken bir yandan da romanlarını yazıyor ve kısa sürede dünya klasikleri arasına girecek olan eserlerini yayımlamaya başladı.

1952’de ilk öykü kitabı “Sarı Sıcak’ı”,1955’te ise bugüne kadar 40’tan fazla dile çevrilen romanı “İnce Memed”‘i yayımladı.

1962’de girdiği Türkiye İşçi Partisi’nde genel yönetim kurulu üyeliği ve merkez yürütme kurulu üyeliği görevlerinde bulundu. Siyasi etkinlikleri ve yazıları dolayısıyla sıkıntılar yaşadı. 1967’de haftalık siyasi dergi Ant’ın kurucuları arasında yerini aldı. 1973’te Türkiye Yazarlar Sendikası’nın kuruluşuna katıldı ve 1974-1975 yılları arasında derginin ilk genel başkanlığını üstlendi. 1988’de kurulan PEN Yazarlar Derneği’nin de ilk başkanı oldu.

1995’te Der Spiegel’deki yazısı nedeniyle İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılandı ve beraat etti. Aynı yıl içinde bu kez Index on Censorhip’teki yazısı nedeniyle 20 ay hapis cezasına mahkum edildiyse de cezası ertelendi.

Roman ve öykülerinde çoğunlukla Çukurova’da yaşanan insan dramlarını işledi. Büyük üne kavuşan “İnce Memed” romanı 40 dile çevrilirken, büyük dünya yazarları arasında yer aldı. Aralarında “İnce Memed”‘in de bulunduğu 9 eseri filme çekildi.

Abdülhamit’in baştabibi Jak Mandil Efendi’nin torunu Thilda Kemal ile evliliği ona dış dünyanın da kapılarını araladı. İspanyolca, Fransızca, İngilizce ve Türkçeyi iyi bilen Thilda Kemal, Yaşar Kemal’in, 17 eserinin yabancı dillere çevirisini yaptı. 50 yıl evli kalan ve bir çocukları olan çifti ölüm ayırdı. Thilda Kemal, 17 Ocak 2001’de yaşamını yitirdi. Yaşar Kemal, Ayşe Semiha Baban ile ikinci evliliğini yaptı.

Nobel ödülünü, bazen hakkında çıkan dedikodular bazen de çeşitli lobiler yüzünden kaybeden Yaşar Kemal kitaplarının okunduğu her coğrafyada kalplerde yer edinmiş bir yazardır. Zülfü Livaneli’nin deyimiyle; -Gözüyle Kartal Avlayan Yazar- Yaşar Kemal’i ölümsüz yapan eserlerinin edebi değerinin yanı sıra gerçekçiliği ve yansıttığı Anadolu insanının yüreklere dokunmasıydı. Bu yüzden Yaşar Kemal ismi hep dillerde ve sonsuza kadar Çukurova’nın her yerinde yaşayacak.

Güzel Gülen Adam

MAVİ GÖZLÜ DEV – NAZIM HİKMET RAN

Türkiye’de serbest nazımın ilk uygulayıcısı ve çağdaş Türk şiirinin önemli isimlerinden biri olan Nazım Hikmet 20 Kasım 1901’de Selanik’te doğdu.

Ailesi 40 gün için bir yaş büyük görünmesin diye doğum tarihini 15 Ocak 1902 olarak yazdırmıştır. Nazım Hikmette bu tarihi benimsemiştir ve doğum günlerini 15 Ocak’ta kutlamıştır.

Baba tarafından dedesi Nazım Paşa, valiliklerde görev yapmış; şairliğe yatkın ve özgürlükçü bir kişiydi. Babası Hikmet Bey ve annesi Celile Hanımda tahsilli, iyi eğitim görmüş, bilgili kişilerdi. Özellikle annesi Celile Hanım’dan kültürü, sanatçı ruhunu alan Nazım Hikmet, kendini bu yönde yetiştirmeye, küçük yaşta şiirler yazmaya başlamıştı.

OKUL YILLARI

1917’de girdiği Heybeliada Bahriye Mektebi’ni 1919’da bitirip Hamidiye kruvazöründe stajyer güverte subayı olarak atanır. O yılın kış ayında geçirdiği zatülcenp(akciğer zarı iltihabı) hastalığı tekrarlayınca ve hastalığı uzun süre dinlenmesine rağmen geçmeyince 17 Mayıs 1920’de, Sağlık Kurulu raporuyla, askerlikten çürüğe çıkarılmıştır.

Nazım Hikmet Ran

KURTULUŞ SAVAŞI

Ülkesini çok seven ve ülkesinin içinde bulunduğu zor koşulları çok iyi bilen Nazım Hikmet ve arkadaşları Kurtuluş Savaşı yıllarında Mustafa Kemal’in safında yer almışlardır.

Anadolu’ya geçme aşamasında ve geçtikten sonraki kısımlarda parasızlık dahil birçok sorun yaşayan Nazım Hikmet ve arkadaşları Ankara Hükümeti’nin görevlendirmesiyle Bolu’da öğretmenlik yapmışlardır.

PİRAYE OLAYI

1930’da tanışıp bir sene sonra evlenmeye karar verdiği halde yaşadığı olaylar yüzünden sürekli ertelenen evliliğini 31 Ocak 1935’te Piraye Altınoğlu ile gerçekleştiren Nazım Hikmet, Rusya’da yaptığı kısa süreli iki evliliğe nazaran Piraye ile daha uzun süre evli kalmıştır.

Piraye Hanım’ın ilk evliliğinden olan iki çocuğunun sorumluluğunu da üstlenen Nazım Hikmet, böylelikle kendi dahil dört kişilik bir ailenin sorumluluğunu almıştır.

Nazım ve Piraye

HARP OKULU MESELESİ

Nazım Hikmet, 17 Ocak 1938 gecesi akrabası Celaleddin Ezine’nin evinde otururken aniden gelen polisler tarafından tutuklanıp kısa süre İstanbul Tevkifhanesi’nde (tutukevi) kaldıktan sonra Ankara’ya Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesi’ne gönderildi.

Özgür kalacağını düşündüğü davada 29 Mart 1938 günü çıkan “askeri kişilerin üstlerine karşı isyana teşvik” suçuyla 15 yıl ağır hapse mahkum edildi.

28 Mayıs 1938’de temyiz tarafından cezası onanan Nazım Hikmet Ankara Cezaevi’nden alınarak İstanbul Sultanahmet Cezaevi’ne getirildi. Bir ay sonra Donanma Komutanlığı’ndan gelen görevliler onu alıp kelepçeli şekilde Köprü Kadıköy iskelesinden bir motorla Adalar açığında bekleyen Erkin gemisine götürdüler. Önce bir helaya, sonra ambara kapatıldı.

Son umudunu da 29 Aralık 1938’de Askeri Yargıtay’dan gelen onay sonrası kaybeden Nazım Hikmet, şubat 1940’ta Çankırı Cezaevi’ne, aynı yıl aralık ayında da Bursa Cezaevi’ne gönderildi.

NAZIM HİKMET ARTIK ÖZGÜR

1949 yılının ortalarında Ahmet Emin Yalman’ın “Vatan” gazetesinde yazdığı yazı dizisinin ve gazetenin, avukatı Mehmet Ali Sebük’e yaptırdığı on yazıdan oluşan inceleme sonucunda, kamuoyunda Nazım’ın “adli hata” sebebiyle cezaevinde olduğu görüşü ağırlık kazandı. Ankara ve İstanbul’da aydınlar ve avukatlar beraberce imzaladıkları dilekçelerle cumhurbaşkanına başvurdular.

Yurt dışında da aydınların, sanatçıların ve hukukçuların öncülüğünde benzer girişimler yapıldı. Bu arada Birleşmiş Milletler Örgütü’nün danışma organlarından olan Uluslararası Hukukçular Derneği 9 Şubat 1950’de Nâzım Hikmet’in serbest bırakılması dileğiyle Büyük Millet Meclisi başkanına, milli savunma ve adalet bakanlarına birer mektup gönderdi.

Bütün bu olaylardan karşılığında herhangi bir sonuç alınamadığını gören Nazım Hikmet, 8 Nisan 1950’de açlık grevine başladı. 1950 seçimlerinde iktidara gelen Dmemokrat Parti’nin çıkardığı af yasasının kendi
cezasını kapsamaması nedeniyle büyük bir üzüntü yaşayan Nazım Hikmet’in,TBMM’de gergin geçen ortamda çıkarılan yasa sonucu cezasının üçte ikisi indirilenler kapsamına alınmıştı.

Cezaevinde kaldığı 12 yıl 7 aylık süre göz önüne alınarak 28 yıl 4 aylık cezasının geri kalanı bağışlanıyordu. Cerrahpaşa Hastanesi’nde özgür olduğu avukatlar tarafından Nazım Hikmet’e bildirildiğinde tarihler 15 Temmuz 1950 tarihini gösteriyordu.

Cezaevinde görüşlere gelen dayısının kızı Münevver Berk’e aşık olan Nazım, Piraye Hanım’dan ayrılıp Münevver Hanımla yaşamaya başladı. 26 Mart 1951’de Mehmet adında bir oğulları oldu.

EVDEN UZAKTA BİR DEV

17 Haziran 1951 sabahı, askerlik işini halletmek için Ankara’ya gideceğini söyleyerek evden ayrılan Nazım Hikmet’in üç gün sonra Romanya’ya vardığı Bükreş Radyosu’ndan öğrenildi.

Sonradan yazılanlara göre, akrabası olan Refik Erduran’ın kullandığı sürat motoruyla İstanbul Boğazı’ndan Karadeniz’e açılmış, Bulgaristan sahillerine çıkmayı planlarken, yolda rastladığı bir Rumen şilebiyle Romanya’ya gitmişti.

Oradan Moskova’ya geçmesi üzerine, Nâzım Hikmet, 25 Temmuz 1951’de, Bakanlar Kurulu kararıyla Türk vatandaşlığından çıkarıldı.

Sürgündeyken birçok uluslararası kongreye katılan, çeşitli ülkelere yolculuklara giden Nâzım Hikmet büyük üne kavuştu. Yapıtları çeşitli dillere çevrildi. Pek çok kitabı yayımlandı.

1955 yılı sonlarına doğru, Soyuz Multifilm Enstitüsü’nden Arnavut giysileri hususunda bilgi almak üzere Nâzım Hikmet’i görmeye gelen Valentina Brumberg’in yanında, Vera Tulyakova adında genç bir kadın yardımcı vardı.

Bursa’da 1948 sonunda yaşanan olay bir çırpıda tekrarlanıverdi. Şair gene yaşamında “ilk defa” âşık oluyordu. Ama bu kez gönül verdiği genç kadının evli olduğunu, bir de kızı bulunduğunu bir yıl sonra öğrenecekti.

SON ZAMANLARI

1962’nin Ocak ayında Kruşçev’in aracılığıyla Nazım Hikmet’e Sovyetler Birliği pasaportu verildi. Bir ay sonra, Verayla birlikte, Afrika ve Asya Yazarlar Birliği Kongresine katılmak üzere Mısır’a gittiler.

Çin delegasyonunun Sovyetler Birliği ile gerginlik yaşamasından dolayı, T.C. pasaportu taşımadığı için Türk delegesi sayılamayacağını söyleyerek Nazım Hikmet’e itiraz etmesi, şairin diliyle, nasıl Türkiye’ye bağlı olduğunu anlatan konuşma yapmasına neden oldu. Dakikalarca ayakta alkışlanan bu konuşması Nazım Hikmet’in konrgreye başkan seçilmesini sağladı.

Sağlığının gittikçe bozulmasına karşın Nazım Hikmet 1962’de Bükreş, Leipzig, Prag ve Berlin’de yapılan toplantılara katılmaya devam etti.
1963 yılının Nisan ayından itibaren yoğun temposu ve geçmişteki hastalıkları yüzünden ciddi rahatsızlıklar geçiren Nazım Hikmet öleceğini hissetmiş gibi Nisan ayının sonunda “Cenaze Merasimim” adlı şiirini yazdı.

3 Haziran 1963 sabahı evinde geçirdiği kalp krizi sonucu yaşama veda eder.

Arkasında yüzlerce eser bırakan Nazım Hikmet’e hakettiği değer ancak yıllar sonra verilecekti. 5 Ocak 2009 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla Türkiye vatandaşlığı Nazım Hikmet’e iade edilecekti. Tıpkı eserlerinde olduğu gibi vatandaşlığı da ölümünden sonra kabul gördü kendi ülkesinde.

MAGDALENA CARMEN FRIDA KAHLO CALDERON

Bu yazımda sizlere; resme olan aşkıyla, kafasında çiçekleriyle, yaşadığı onca acıya ve özleme inat hayata sıkı sıkıya bağlı bir insandan,Frida Kahlo’dan bahsedeceğim.

Resim denildiğinde akla gelen isimlerin başında gelen Frida, kendine özgü tarzı olan kafasındaki gülleriyle, “Bir fahişe olarak doğdum ” diyebilecek kadar cesur ve “bir ressam olarak doğdum” diyecek kadar kendini tanıyan, yaşamı mücadelelerle geçmiş bir kadın.

Çocukluk Yılları

6 Temmuz 1907’de Meksika’da dünyaya geldi. Ancak yıllar geçtikten sonra Frida doğum gününü 7 Temmuz 1910 olarak ilan edecekti. Çünkü o tarih Meksika devriminin gerçekleştiği tarihti. Çünkü Frida Meksika ile yeniden doğmak istiyordu.

Annesinin hastalığı nedeniyle bebekliğinde anne sütü içemedi. Onun için Kızılderili süt anne bulundu. Bu hikayenin Frida için önemini sonrasında yaptığı resimlerde sütannesinin Meksikalı yönünü vurguladığı resminde gösterecekti.

Tahta Bacaklı Kız

Frida’ya göre annesi ve babası birbirinden farklı kişiliklere sahip, farklı hayat görüşler olan insanlardı.

Annesini nazik, zeki, sevecen ama aynı zamanda zalim bir kadın olarak tanımlıyordu. Ayrıca kendi deyimiyle annesi fanatik bir dindardı. Bunun yanında babasını da -düşkünlüğünden midir bilinmez- günlüklerinde her zaman harika bir figür olarak tanımlamıştır.Babası her zaman yanında olduğu için Frida onu mükemmel bir figür olarak bizlere tanıtmıştır.

6 yaşında geçirdiği çocuk felci kişilik analizinin gelişmeye başladığı ilk andır. O yaşta bu hastalığı geçiren çocuklar genellikle solunum yetmezliği nedeniyle ölürken, Frida -babasının da desteğiyle- sağ bacağındaki incelmeyle yaşamaya devam etmiştir.

Bu hastalığından sonra ona “Tahta Bacak Frida” lakabı takılmıştı. Frida da bu rahatsızlığını ancak uzun etek giyerek kapatabiliyordu ancak içten içe üzülmeye devam ediyordu.

Frida Kahlo’nun Çocukluğu

Erkek Çocuğu Frida

Hastalığının etkisi ve babasının içten içe erkek çocuk istemesi; Frida’nın çocukluğunda erkeklerle takılmasına, erkek gibi davranmasına ve o şekilde giyinmesine sebep oldu. Ancak Frida’nın ne kadar kararlı düşünceleri olduğunu bilsekte sonuçta Frida bir kız çocuğuydu ve annesinin naif yönünü de almıştı.

Frida Kahlo’nun Okul Yılları

Üniversite Dönemi

Okul yıllarında hastalığıyla ardından onun bıraktığı enkazla uğraşan Frida, üniversitede tıp okumaya karar verdi. Bunun altında hasta insanlara yardım etme isteği olduğu açıktı. Çocukluk yıllarından itibaren gelişen mücadeleyi bırakmayan hırslı yapısı onu Meksika Ulusal Hazırlık Okulu Tıp Eğitimi Bölümü’ne kabul edilen ilk kız öğrencilerden biri yapmıştı.

Üniversitede Frida kendini felsefe, edebiyat ve sanat alanında çok geliştirdi. Çünkü ileride Meksika’nın en önemli adamları olacak olan Alejandro Gomez Arias, Jose Gomez Robleda ve Alfonso Villa Frida’nın okul arkadaşlarıydı.

Vahim Kaza

17 Eylül 1925 günü Frida ve sevgilisi Alejandro Gomez Arias diğer güneşli günlerden farksız bir şekilde dolaşıyorlardı. Ta ki otobüse binip o korkunç kazayı geçirene kadar. Bindikleri otobüs tramvayla çarpışmıştı.

Birçok kişinin hayatını kaybettiği kazadan Frida ağır yaralı olarak kurtulmuştu. Kalın metal çubuk karnından girip kalçasından bel omurlarını zedeleyerek çıkmıştı.

Frida hastaneye götürüldüğünde omurgasının bel bölgesinde üç yerin, köprücük kemiğinin ve kaburgasının kırık olduğu anlaşıldı. Ayrıca sağ bacağı 11 yerden kırılmış, sol omzu çıkmış ve leğen kemiği de üç yerinden kırılmıştı.

Ölmesi beklenen kazadan mucizevi şekilde sağ ancak ağır yaralı olarak kurtulan Frida için asıl mücadele şimdi başlıyordu. Eski sağlığına kavuşabilmesi için bir ayda 32 tane ameliyat geçirdi. Doktorlar artık hayatına yatalak bir şekilde devam edeceğini düşünüyorlardı. Hayatı artık doktorlar, ilaçlar ve korseler arasında geçiyordu. Ancak Frida umudunu kaybetmemişti. Acılarını hiçbir zaman dışarıya yansıtmıyordu. Her zaman güler yüzlü ve hayata pozitif bakmaya çalışıyordu. 1954’te felç inen sağ bacağı kangren olmuştu ve kesilmesi gerekiyordu.

Babası ise bir yandan kızına umut vermeye çalışırken bir yandan da tedavi için gerekli parayı bulmaya çalışıyordu. Hayat gitgide zorlaşıyordu ve artık masraflar Frida’nın babasının belini bükmüştü. Hastane masraflarını artık karşılayamayan baba, evde piyano ve kitaplar dışında satacak hiçbir şeyi kalmamıştı.

Frida babasının da desteğiyle bu hastalıktan kurtulmaya çalışıyordu. Birbirlerinden güç alarak hayata tutunuyorlar ve sevginin gücünü çevresindekilere gösteriyorlardı. Frida’nın annesi ise farklı bir yolla kızını hayata bağlamayı amaçlıyordu. Hastalığı sonrası oldukça yıpranan, bakımsız kalan yüzüne rağmen kendine bakmaya devam etmesi için tavana bir ayna yaptırmıştı.

Frida aynayı gördüğünde çığlık atarak bir tepki verse de siniri geçtiğinde aynadan yansıyan bedeninin resmini yapmaya karar verdi. Aynadan yansıyan kişi kendisine uzak olduğu kadar yakındı da. Kendisiyle tanışmak için yaptığı bu uğraş ilerleyen zamanlarda Frida’nın resme ağırlık vermesine neden olacaktı.

Frida Kahlo’nun İlk Eserleri

Resmin Faydaları

Annesinin desteğiyle resme başlayan Frida artık kağıdı kalemi elinden bırakmadan resim çiziyordu ve bu onu hayata bağlıyordu. Üstelik ağrılarıyla da bu şekilde baş edebiliyordu.

İlk portresini ilk aşkı Alejandro’ya armağan eden Frida, terkedilmesinin ardından aşk acısını da diğer acılarının üstüne ekleyerek güçlenmeye devam etti. Resimler Frida’yı iyileştirdi ve 1927’de yürümeye başladı.

Frida ve Meksikalı Michalangelo

Sanatla yaşama tutunan Frida bunun farkında olacak ki resmi hayatının tam merkezine koydu. Ancak resminin sanatseverler tarafından nasıl bulunduğunu merak ediyordu. Bunun için devamlı olarak politik davetlere katılıyor, bu çevreye yakın omaya çalışıyordu. 1929’da Meksika Komünist Partisi üyesi olarak politikanın içerisine girecekti.

Asıl amacı Meksikalı Michalangelo olarak tanınan ünlü ressam Diego Rivera’ya ulaşmak, resimleri hakkındaki fikirlerini almaktı. Sonunda onunla tanışan Frida, vakit geçirmeden ünlü ressam ile buluşmaya gitti.

Diego resimlerden oldukça etkilenmişken Frida ise Diego’dan etkilenmişti. Frida ailesinin bu ilişkiye karşı çıkmasına rağmen 1929’da Diego ile evlendi.

Frida Kahlo ve Diego

İlginç Evlilik

Frida kocasına aşıktı. Aşkına karşılık da buluyordu. Ancak Diego’nun başka kadınlara ilgisi apaçık ortadaydı ve Frida’nın da bundan haberi vardı.

Evliliklerinin ilk senesinde Frida hamile kaldı ancak yaşadıkları tartışmalar sonucunda bebeğini aldırmak zorunda kaldı.

Çift Diego’nun resim siparişleri alması dolayısıyla Amerika’ya yerleşti. Frida burada da iki düşük yaptı.

Diego’nun kendi dışındaki diğer kadınlara olan tutkusu artık çifti iyice yormuştu. Geçen yıllarda yaşanan tartışmalar ve Frida’nın yaptığı düşükler nedeniyle çift 1939’da boşandı. Ancak aralarındaki aşk kaçınılmazdı ve bu aşk bir sene sonra yeniden evlenmelerine neden olacaktı. Çift evlendikten sonra her şeye yeniden başladılar ve Frida’nın çocukluğunun geçtiği eve taşındılar.

Frida için Diego ona ne yaşatırsa yaşatsın farklıydı. Farklı bir aşkla ve tutkuyla bağlıydı eşine. Hatta onun için sonralarda şu sözleri söyleyecekti: “Başlangıç Diego… Yapıcı Diego… Çocuğum Diego… Ressam Diego… Babam Diego… Oğlum Diego… Sevgilim Diego… Kocam Diego… Dostum Diego… Anam Diego… Ben Diego… Evren Diego…” 

Frida Kahlo

Değeri Bilinen Sanatçı

Frida, Diego ile ikinci kez evlendiği dönemde sürrealist akımın öncü isimlerinden Andre Breton’un yardımlarıyla New York’ta sergi açtı ve dünyaca üne kavuştu.

Yaşadığı dönemde saygınlık kazanan ve hak ettiği övgüleri alan Frida, New York’ta açtığı sergide resimlerinin yarısını satmayı başardı. Hatta bu resimlerin dördünü ünlü aktör Edward Robinson satın almıştır.

New York’tan sonra Paris’te ikinci sergisini açtı. Bu sayede dünyaca üne kavuşan Frida Kahlo, Picasso ve Kandinsky gibi ünlü ressamların dikkatini çekmeyi başarmıştı. Hatta Picasso Frida için: “Biz bile onun gibi insan yüzleri çizmeyi bilmiyoruz.” diyecekti. Hatta Madonna Frida’nın 70 eserinden 50’sini satın alacaktı.

Duyguların En Özeli: Özlem

Sağlığı sürekli bozulsa da, kendini resme adayarak yaşıyordu. Ancak hayatta en büyük iç çekişi resim değildi. Frida, hiçbir zaman sahip olamadığı hayali çocuğu Leonardo’yu özlüyordu. Çocuğu olmadığı için bu boşluğu evcil hayvanlarla dolduruyordu. 1941’de “Ben ve Papağanlarım”, 1953’te de “Maymunlarla Otoportre” eserleri belki de Leonardo’ya birer hediyeydi.

Hayatının Son Demleri

“La Esmeralda” sanat okulunda öğretim üyeliği yaptığı dönemde sağlığı nedeniyle zor zamanlar geçiriyordu. Ancak işine ve öğrencilerine duyduğu saygı nedeniyle hastaneye yatmakta diretiyordu. 1950 yılında ağrılarına daha fazla dayanamadı ve hastaneye yatmak zorunda kaldı ve dokuz ay hastanede kaldı.

Frida Kahlo ülkesinde ilk kez sergi açtığında tarihler 1953 yılını gösteriyordu. Ancak Frida bu dönemde hastanede yatıyordu ve doktorların ısrarına rağmen sergisine gitmek istiyordu. Buna karşılık doktorlar sergiyi Frida’nın ayağına getirmeye karar verdiler.

Ölmeden hemen önce yaptığı son tablosunun adını “Yaşasın Hayat” koyacak kadar sevgi doluydu.

Frida 13 Temmuz 1954’te akciğer ambolisi nedeniyle hayatını kaybettiğinde henüz 47 yaşındaydı. geride 55’i otoportre olmak üzere 143 eser bıraktı.

KIBRISLI KADIN ŞAİR – PEMBE MARMARA

25 Aralık 1925’te Kıbrıs’ta doğan Pembe Marmara’nın ilkokul öğretmeni olmasına rağmen döneminin zorlukları gereğince mesleğini fazla yapamadı ve kendini daha fazla ifade ettiği şairliğe devam etti.

Şair Yılları

Kıbrıs’ta şiirlerinin yayınlanmaya başlandığı 1943 senesinde kendisiyle birlikte iki kadın şair daha ön plana çıkmaktaydı. Urkiye Mine Balman ve Engin Gönül. Şiirlerini yayınladıkları dönem, erkek egemen bir edebi dönem olması nedeniyle bu üç şair kadının şiirleri fazla dikkate alınmaz.

Toplum baskısından dolayı 1945 – 1953 yıllarında Kıbrıs’ta Gülen Gaye, Nevin Nale, Lafazan, Meçhul, Fırtına ve Funda gibi takma adlarla şiirler yayınlamıştır.

Bu şairler arasından feministlerce ön plana çıkarılan Pembe Marmara içlerinde şairliği en fazla özümseyen olarak görülse de evliliği, mutsuz bir hayat yaşaması sebebiyle kitap yayınlamaz.

Ölmeden önce derlediği şiirlerini ölümünden sonra “Ablacığım, bu kitabı hazırlarken senin arzuna en yakın gelebilmek için çok çaba sarf ettim.” şeklinde not düşen kardeşi Selma Yusuf tarafından yayınlanır.

Dergi köşelerinde yer alan milliyetçi şiirlerin bu kitapta yer almaması herkesin dikkatini çeker. Kitapta Pembe Marmara’nın kullandığı yöntemler olan serbest ve hececi şiirler yer alır.

Sıradışı Bir Aşk Hikayesi

Felsefeye meraklıların üye olduğu bir grupta, şair Ümit Yaşar Oğuzcan’ın 23 kez intihara kalkıştığı ama ölmediği, bu psikoloji bozukluğundan bıkan ve babasından nefret hale gelen oğlu Vedat’ın 1973’te intihar ederek öldüğünü ve avucunun içinde saklı tuttuğu mesajında “İntihar öyle edilmez, böyle edilir baba” dediğini okudum..

Pembe Marmara’yı araştırırken Ümit Yaşar Oğuzcan ile 1955’te yakınlaştıklarını ve birbirlerine mektup ile aşk şiirleri yolladıklarını öğrendim.

Birisi Adana’da diğeri Lefkoşada..Ulaşım zor ayrıca Pembe hanım bir kadın olarak Adana’ya gidemez,Ümit Yaşar da ailenin izni ve daveti olmadan Lefkoşa’ya gelemez. Onlar bir karar verir, Adana’dan Pembe hanıma yüzük gelir ve ayrı şehirlerde bir nişan töreni yaparlar. Tabii bu nişan şairlerin hayal gücünün bir sonucudur. Daha sonra Pembe hanımın ağabeyi Adana’ya gidip şairi bulur, konuşur ama Pembe hanıma uygun bir eş olamayacağı kanısına varır. Kekeme ve kısa boylu olmasını neden olarak gösterir. Böylece sevda sona erer.   

Pembe Marmara 1925 Lefkoşa, Ümit Yaşar 1926 Tarsus doğumlu idi. İkisi de erken yaşlarında şiir yazmaya başladılar. 1940’lı yıllarda  Çığ ve Yedi Gün dergilerine şiir gönderip yayınlanmasıyla birbirlerini tanıdılar..İkisi de
romantizm ve aşk içeren şiirleriyle, kendilerini birbirlerine daha yakın hissettiler. Mektuplaşmaya, yakınlaşmaya başladılar. Birbirlerine ithaf edilen şiirlerine döktüler aşklarını, posta ile yolladılar, posta yolunu gözlediler.

“Bahar kokuyor her yan, oh, ne tatlı yaşamak!/ Derdim yok tasasızım, kuşlarla kardeşim bak/Bugün dünden neş’eli, yarın hergünden tatlı/Bahar kokuyor her yan,/Oh, ne tatlı yaşamak..” Pembe Marmara (1957)

“Bir ölü gelecek evine yarın!/Gözlerinde yarım kalmış arzular,/Dalıp hayaline hatıraların/Duracak kapında sabaha kadar/ Siyahlar giyin de, pencerene çık/ Aç kapıyı, korkma yabancı değil/ Bir ölü ki yaşıyor,gözleri açık!/ Ölüm seni sevmekten acı değil!Aradı bu ölü hayatı sende/ Öldü artık.Sevsen de sevmesen de.” (Ümit Yaşar Oğuzcan)

“Günler yine öyle geçmekte sensiz/Ömrüm beklemekle geçecek belki/Yılları yıllara bağlasan bile/ Derdimle sarmaşıp çağırsam bile/Bir ömür boyunca ağlasam bile/Seni hayal etmek öyle güzel ki/Ömrüm beklemekle geçecek belk.” (Pembe Marmara 1957)

Pembe Marmara’nın Ümit Yaşar Oğuzcan ile ilişkisi son erer. 1959’da Sedat Baker ile evlenir. O evlilikten oğulları Ulus Baker 1960’da dünyaya gelir. Bu evlilikte Pembe Marmara pek mutlu olmaz. 1970’lerin başında Dr. Sedat Baker, Pembe Marmara ve oğlu Ulus’u İstanbul’da bırakarak Kıbrıs’a döner ve burada psikiyatrist uzmanı olarak hekimliğe başlar. Bir gün Dr. Sedat Baker bir hastasının eşi tarafından vurularak öldürülür. Daha sonra Pembe Marmara kanser hastalığına yakalanır ve 1980’de vefat eder. Oğulları Ulus Baker ise Türkiye’de çok bir sosyolog, filozof, üniversite öğretim üyesi ve entelektüel olarak tanımaktadır. O da 2007 yılında ölür. Eski nişanlılar Pembe Marmara Ümit Yaşar Oğuzcan’ın hayatları felaketlerle son bulur.

Pembe Marmara – Sedat Baker – Ulus Baker

Türkiye’de Pembe Marmara’nın bu kadar tanınmasında hiç kuşkusuz tek bir meslekle yetinmeyen oğlu Ulus’un katkısı büyüktür.(Ulus Baker’in hikayesini bir önceki yazımda bulabilirsiniz.) Ulus Baker’in Lefkoşa’da annesi Pembe Marmara’nın hemen yanında bulunan ve herkes tarafından ziyaret edilen mezarı oldukça popülerdir.

Pembe Marmara’nın serüveni biraz da kadının şiirde kalamama, şair kimliğini koruyamama serüvenidir.

Merdivenler şiirinde şiirle ulaşmak isteyip de ulaşamadığı yeri anlatır sanki…

“Rüyalarıma giren

Hülyalarımı saran

Işıkları pırıl pırıl yanan

Bir âleme ulaşmak

Sokaklarında dolaşmak

Parklarında gezmektir gayem

Hem

Öldükten sonra

Yaşarım belki…

Siz söyleyiniz beni sevenler

Ulaştırır mı

beni bu gayeme

şu merdivenler?”

1984’te henüz 59 yaşında kanserden ölen ve Kıbrıslı Türk feministler tarafından kendi kuşağındaki diğer kadın şairlerin arasından ön plana çıkarılması tesadüfi değildir. Tırmanmaya başladığı merdivenlerin hemen başında oturup beklemekte ve hayallere dalmaktadır belki de kim bilir…

ULUS BAKER

7 Dil Bilen, Votka ve Samsun216 Müptelası Filozof

Bir dahi, yazar, eleştirmen, sosyolog, çevirmen, ODTÜ öğretim üyesi…

14 Temmuz 1960’da Leningrad’da psikiyatr bir baba(Sedat Baker) ve şair bir annenin (Pembe Marmara) oğlu olarak dünyaya geldi.

Anne ve babasının yaptıkları meslek gereği Ulus Baker yolunu daha çocukken çizmişti. Kendini okumaya, düşünmeye ve üretmeye adayacaktı.

Çocukluk dönemi zorluydu. Kıbrıs’ta savaş vardı. Evleri tarandı. Babası rehin alındı. Düşünce dünyasının gelişmesinin temeli bu olaylara dayanır.

ODTÜ Sosyoloji bölümünü kazanıp mezun olmasının ardından aynı üniversitede öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladı.

Yedi dili anadili gibi bilirdi. Türkçesi çok netti.(Kıbrıslı olmasına rağmen) ODTÜ’de Fransız, Alman, İtalyan ve Rus öğrencilerden kendi dillerinde soru sormalarını ister ve o dillerde cevap verirdi.

Kendi dalı Sosyolojinin yanında; Felsefe, Sinema, Tarih,Müzik ve Matematik alanlarında da olağanüstü bir bilgi birikimi ve anlatım gücüne sahipti.

Fiziksel ve Kişisel Özellikleri

Belki kafasındaki düşüncelerden dolayı dış görünüşüne pek fazla önem vermezdi. Saçı başı dağınık gezerdi. Dostları uyarmasa günlerce duş almazdı. Kıyafet alırken bedenine dikkat etmezdi. Pantolonu hep bol gelirdi. Hatta pantolon kemeri yerine ip bağlardı. Aynı kazağı yıllarca giyerdi. Sokakta yaşayan şarapçılardan farkı yoktu. Kim bilir belki de bu düzensizliğinin temeli dünyaya ait hiçbir şeye önem vermemesidir.

Gözlüğünün camları pek sağlam değildi. Sık sık düşerdi. Bir gün gözlük camının düştüğünü gören arkadaşı Ulus Baker’e :”Yahu Ulus gözlüğünün camı düşmüş değiştirsene” demişti. Bunun üzere cevaben: “O benim sağlam gözüm zaten niye değiştireyim ki” dedi ve yıllarca tek camlı gözlükle yaşadı. Derslerinde olmayan gözlük camından ovuşturduğu gözleri öğrencilerinin dikkatini dağıtıyordu. En sonunda gözlüğü düştü ve ortadan kırıldı. Yenisini almak yerine selobantla tutturdu ve o şekilde kullanmaya devam etti. Uzunca bir süre yamuk gözlükle yaşamayı tercih etti.

Sinüziti olduğundan yağmurlu havaları sevmezdi. Ancak hayvanları çok severdi. İki kedisi vardı ve ikisinin de ismi Spinozaydı (Spinoza hayranlığından dolayı).

Kendi halinde yaşayan sessiz, sakin biriydi. Yemeği birileri hatırlatırsa yer, kahvesini elinden düşürmezdi. Belki de erken vefatından sigaranın yanında sık sık kahve içmesi de neden olmuştur kim bilir?

Sürekli votka ve Samsun216 içerdi. Bir derste bir paket sigara bitirdiği olurdu. Kahvaltıda tercihi bira olurdu.

Konuşmaya başladığı anda ortamda bulunan profesörler dahil herkes susardı. Psikanalizin teorik, mantıksal, epistemolojik açmazlarını hiç kimse onun kadar başarılı betimleyememiştir. ODTÜ kütüphanesinin kokusu üzerine sinmiş gibiydi. Okunması gereken kitapların hepsini okumuştu.

Bandista isimli müzik grubu adına şarkı yaptı; “Her Şeyin Şarkısı”…

Annesi Pembe Marmara’yı kanserden kaybetti. Babası Sedat Baker ise evli sevgilisinin kocası tarafından bir otel lokantasında öldürüldü.

2007’nin bulutlu bir Temmuz sabahında, 47 yaşında aşırı alkolden dolayı yakalandığı kronik karaciğer rahatsızlığı onun ölümüne neden oldu.

Giderken bir isteği vardı ; “Hüzün geriye kalandır biraz Blues dinleyin benim için”…